Mahallemizle ilgili son yazdığım yazıda Ali (amca) Serdar’ın içip kafa çakır olduğunda salaşta bize kaval çaldığıyla bırakmıştım.

        Mahallenin salaşından bahsetmeden mahalleyi anlatmak olmaz. “Salaş mahallemizin İnağzı’na bakan balkonuydu” bu tarif bilmeyenler için daha iyi anlaşılacaktır.

        Ali amcanın bizim kuşağa kaval çalmasını en güzel eğlencemizdi. Erol Gürel gönderdiği yorumda bu olayı şöyle yazmış. “Turgut Ali dayı kaval çaldığı zaman ta bizim evden dinlerdik. Anlardık kafayı çektiğini. Hâlbuki ne kadar uzak bizim ev”.

        Salaşı Feride Abla şöyle anlattı; “Salaş adını verdiğimiz sanki koltukmuş gibi üzerlerinde oturduğumuz, oyunlar oynadığımız kayaların oluşturduğu bölüm çok harikaydı, oradan denizi, geçen gemileri, motorları, balık tutan kayıkları ve Kilimliden Zonguldak’a, Zonguldak’tan Kilimliye geçen vasıtaları seyrederdik”.

        Salaşın hemen yanında Emin Santur ev yapınca, salaşın ziyaretçileri bir süreliğine azaldı. Çünkü Emin amcanın yaptığı ev uzun süre kaba inşaatı yapılıp kalınca salaşa rakip oldu. Evin balkonu özellikle mahalle kızlarının buluştuğu, hep birlikte şarkılar söyleyip eğlenildiği ıslık yarışmalarının yapıldığı mekân oldu. Bir gün mahalle kızları yine eğlenirken balkon çöktü. Perihan ablanın ayağının yaralanmasından başka zarar gören olmadı. Sonrasında ise salaş tam kadro çalışmaya başladı.  

        Bir önceki yazımda da belirtmiştim, mahallede yaşayanlardan bazıları sorumluluk hissedip iyi yaptığı işleri görev edinmişti.

        Mahallenin kadın berberi Müzeyyen (teyzem) Güven di. Feride abla bu durumu şöyle anlatmış, ”Müzeyyen abla mahallenin berberiydi yani kuaförüydü, herkesin saçını o keserdi, okullar açılacağı zaman sırayla tüm kızların saçını keserdi”.

        Mahallede yapılan düğünlerde ise gelini süslemek ve makyajını yapmak Nebahat ve Sabahat ablamın işi olduğunu İlhan abla anlattı.Bu işi çok iyi yaparlardı.  Şunu da ilave etti. “Nebahat ve Sebahat mahallede modanın da öncüleriydi. O yıllarda renkli (muhtemelen vernikli) takunya, kavun çekirdeğinden kolye gibi yenilikleri onlar getirirdi. Sebebi de şuydu, onlar her yıl Akçakoca gibi turistik bir yere gittikleri için oradaki yenilikleri mahalleye taşıyorlardı”

        Mahalle halkının her etkinliği birlikte yaptığını önceki yazılarımda belirtmiştim. İki anıyı daha ilave edeyim. Ancak burada genç kızların küçük hileleri olduğunu da belirteyim.

        Ondan önce kısaca birini tanıtmam lazım o’da mahallenin Nenesi. Feride abla şöyle yazmış; “Nenenin gerçek adı Nadireydi ama mahallede herkes ona “nene” derdi. Neneyi herkes çok severdi, hiç kimseyi hele çocukları hiç kırmazdı, çok yardımseverdi, hiç unutamadığımız ve unutamayacağımız komşularımızdandı Nene”.

        İşte nu neneyi denize gitmek için nasıl devreye sokuyorlarmış yine Feride abladan aktarayım. “Annelerimizin bazen işi olurdu ya da canları denize gitmek istemezdi, çocuklar olarak kimse duymadan ve görmeden hemen neneye gidip bizi denize götürmesi için ikna ederdik. Nene biraz sonra bizim söylediğimizden haberi yokmuş gibi davranarak yola düşer “ben denize gideyrum gelmek isteyen varsa peşimden gelsun” diye yüksek sesle mahalleye duyururdu. Biz de hemen “Nene denize gidiyormuş biz de gitmek istiyoruz” diyerek alıp Nenenin peşine takılırdık.

        Tabi denize gidene çocuk emanet edilmeyeceği için mahalle komple denize giderdi. Genelde iki sahilin ortasında kayalar arasında küçük liman görüntüsü veren bir yer vardı ve yüzme bilmeyenler o küçük havuzda yüzerdi ve buranın adı “nenenin deniziydi”

        Feride abla deniz günlerini şöyle aktardı. Turgut’un rahmetli abisi Ahmet çok iyi bir çocuktu, plajın son kısmında kayıkhaneleri vardı. Ahmet biz mahalle olarak denize gidince kayığı çıkarır kürek çekerek çocukları birinci kayadan alır isteyenleri istedikleri kaya da indirirdi. Cesaretli olanlar ise yüzerek gelirlerdi birinci kayaya. Kalanları ise 5. Kayanın etrafından dolandırarak tekrar 1. Kayaya bırakırdı. En iyi yüzenler İlhan, Sabahat ve Nebahat’tı. Şimdi tüm İnağzılı çocukların ilk yüzme denemelerini yaptığı kayalar, kıyılar, kumsal ve o güzelim plajımızla birlikte yaşadığımız mutlu anılar bir daha geri gelmemek üzere yok edildiler.”

        Bu anlatıma bir ilavede ilginç olduğu için İlhan Ablanın anlattıklarından yazayım. O yıllarda saat herkeste yok ve çok değerli. O nedenle genelde denize giderken saat getirilmiyor. Meryem teyze bu durumda “üç tren geçince denizden çıkacaksınız” kuralı koymuş. Tabi bu kural “Meryem teyze bir tren daha geçsin” talepleri ile çoğu zaman uzatılıyor.   

        Mahallenin sinema günleri de vardı ve yine toplu olarak gidilirdi. Zonguldak’a sinemaya genelde tren ile Kilimliye ise yürüyerek gidilirdi.

        Yine mahallenin genç kızları bir gün şunu yapıyorlar. Biri Meryem Teyzeye gidip “Fatma Teyze sinemaya gidiyor senide gelsin diyor”. Bir başkası Fatma teyzeye gidiyor “Meryem teyze sinemaya gidiyor senide çağırıyor” diyor. Kilimliye doğru yürüyerek yola çıkıyorlar, askeri tepe gelince “Aaa Meryem hanım bu kadar işin arasında sinemayı da nereden çıkarttın” deyince işin aslı meydana çıkıyor.

        Ramazan ayı öncesinde imece usulü hazırlıklar yapılıyor. Her gün bir veya iki evin yufkası hazırlanıyor ve final gözleme yapılıp hep birlikte ziyafet çekiliyor.

        Ramazan ayları ibadet ayı olduğu gibi aynı zamanda, eğlence ayı. O yıllarda henüz İnağzı Camisi yok ve teravih namazları evlerde kılınıyor. Ezan sesi cami olmadığından duyulmadığı için oruç Kilimli Bölümde atılan top sesi ile açılıyor. Muhtemelen her evin en küçüğü top sesini kapıda bekliyor. Bir gün Orhan Abay iftara 3-5 dakika kala evlerinin dış kapısını hızlı çarpınca bütün mahalle top atıldı diyerek orucunu bozuyor. Ramazan eğlencelerinde Meryem teyze yine başrolde, savura kadar gırgır şamata devam ediyor. Savur öncesinde gelen davulcu ile mahalle turu atılıyor. Gençler savura kadar saklambaç oynuyor ve çömlek patlatmak işin en eğlenceli yanı oluyor. (İlhan abladan) 

        Mahallenin belirli aralıklarla gelen bohçacısı var. Sırtına taşıdıklarını genelde Ramiz amcamın evinin önünde açıyor ve tüm mahalleli kadınlar gelip ihtiyaçlarını taksit ile de alıyor.

        Yaz aylarında dondurmacı ve leblebicinin ziyaretleri her hafta hiç aksamadan sürüyor. Bu satıcılarda mahallenin insanlarıyla kaynaşıyor.

        Genelde İlhan ve Feride ablanın gönderdiği anıları sayfama aktarmaya çalıştım. Bu iki abla beştaş ve dokuztaş oyununda da birbirlerine rakipler. Her gün bu oyunu uzun süre oynuyorlar, Meryem Teyze kapıya çıkıp “ilhan” diye bağırana kadar sürüyor.  

        Bir üç anı ile bu haftayı bitirelim. Mahallenin küçük ve büyük olmak üzere iki Yaşar’ı var. İki anı küçük Yaşar’dan..

        Küçük Yaşar kış aylarında tuzak kurup karabakal avlıyor.. Meryem Teyzenin bahçesinde serpme adı verilen tuzağını kuruyor ve defne dallarının arasına saklanıp karabakal taklidi yapıyor ki karabakal tuzağa gelsin ve yakalansın. Yaşar bunu yaparken aşağı suya giden Yılmaz (ağabey) Bozkurt durumu görüyor ve cebinden çıkardığı kuş lastiği ile Yaşar’ı başından vuruyor. Haliyle canı yanan Küçük Yaşar basıyor feryadı, Yılmaz abi büyükler duyacak diye telaşlanıyor tabi. “Ulan yaşar ben seni karabakal sanmıştım onun için vurdum” deyince Yaşar ağlamayı kesiyor karabakala benzetilmesi çok hoşuna gidiyor ve çok seviniyor. Mahalleye koşuyor ve rastladığı her insana sevinç içinde “ var ya Yılmaz ağabey beni karabakal zannetti de başımdan vurdu” diyor.

        Yine bir gün Zafer Bender ve Yılmaz Bozkurt Yaşar’ın serpme tuzağı attırıp içine de kendilerinin vurduğu bir karabakal kafası bırakıyor. Olanları Yaşar görünce ne yapacak diye saklanıyorlar. Yaşar bir süre sonra yukarıdan bakıyor ki tuzağı atmış. Heyecan içinde koşarak geliyor bakıyor ki tuzakta karabakal kafasından başka bir şey yok. Çok şaşırıyor tabi kendi kendine  “ana karabakalın kafası kopmuşta kaçmış” diyerek söylenmeye başlayınca ormanda saklananlar gülmekten yakayı ele veriyor.

        Son anıda bana ilk içkiyi içmeme müsaade eden rahmetli Metin Serdar ağabeyden olsun. Namı ile söylersek “Bağdatlı Metin”.

        Metin Ağabey mahallemizin ağır ağabeylerindendi. Güzel insandı, gırgır şamataydı, özlü sözleri vardı. Ben kendisini ilk Varşova marka arabası ile hatırlarım. Kilimli-Zonguldak arası dolmuş işi yapardı. Sonradan Renault bir minibüs almıştı. Sanırım bir yaz tatilinin bazı günlerinde ona muavinlikte yapmıştım.

        Metin ağabey mahalledeki yaşıtlarından biraz geç evlendi. Kardeşi Nedim Ağabeye bile sırasını vermişti. Tabi Ali Amca ve Fatma Teyze bu evlilik işini uzatınca Metin Ağabeyin tepesi atıyor ve yeni aldığı ayakkabısını yattığı odanın kapısına çakıyor. (Bu âdetin o günlerde çok bilinen bir yöntem olduğunu sanmıyorum herhalde Metin ağabey bunu o günlerde gittiği bir Türk filminden görmüş olmalı). Fatma Teyze kapıya çakılı ayakkabıyı görüp alıyor ve “yeni ayakkabıyı kapıya neden çaktı şimdi bu su alır Metin’in ayağı ıslanır “ diye üzülüyor. Mahallede komşulara anlatınca da haftanın gündemi oluyor. Ne anlama geldiği anlaşılınca Metin Ağabey de muradına eriyor.

        Mahallemizde daha çok anı ve hikâye var. Bana ulaştıkça yazmaya İlhan ablanın dediği gibi “mahallenin ruhunu canlandırmaya” çalışacağım. Sizlerden elinizde mahallede çekilmiş fotoğraflar varsa bana ulaştırmanızı istiyorum. Tabi anılarıyla birlikte.

        Haftaya görüşmek üzere..

 

        TURGUT GÜVEN.